Savaş bittikten birkaç ay sonra anladım ki Gürcülerle savaşmamalıydık

Kategoriler
/
Sorunlu Bölgeler
/
Savaş bittikten birk...

Savaş bittikten birkaç ay sonra anladım ki Gürcülerle savaşmamalıydık

Abkhaz annenin Gürcü savaşçıya mektubu. Gürcüler kocamı, 4 yaşındaki kızımı ve kardeşlerimi öldürdü fakat hatırladığım iyi şey de çok…


Abhaz annenin Gürcü savaşçıya mektubu

Gürcüler kocamı, 4 yaşındaki kızımı ve kardeşlerimi öldürdü fakat hatırladığım iyi şey de çok…

“Gza” Dergisi, 2010 yılı

“Merhaba evladım… Ben sizin kendi canınız pahasına hayatını bağışladığınız o gencin annesiyim. Benim diğer çocuğum Gürcü-Abhaz savaşına kurban gitti. Keşke o savaşa giden Gürcüler ve Abhazlar birbirlerine soyadlarını sorsalardı – belki de bu kanlı savaş hiç başlamazdı… Savaş bittikten birkaç ay sonra anladım ki Gürcülerle savaşmamalıydık. O zaman Biçvinta’da bir okulda Rus dili ve edebiyatı öğretmeni olarak çalışıyordum ve kendi fikrimi ilk kez dile getirdiğimde meslektaşlarım bana sert karşılık vererek – bunu bir Gürcü senin oğlunu kurtardığı için söylüyorsun fakat baksana ne kadar acılı anne var Apkhazeti'de (Abhazya), gençlerimizi nasıl öldürdüklerini unuttun mu dediler!? Bunun için uzağa gitmeme gerek yok – kocamı, 4 yaşındaki kızımı ve kardeşlerimi öldürdü Gürcüler fakat hatırladığım iyi şey de çok – dedim. Bu nedenle beni işten çıkardılar… Sizin davranışınız bana her şeyi daha farklı gösterdi… Kim bilir, belki zamanı gelir ve işlediğimiz kendi günahlarımız için birbirimizden bağışlanma dileriz. Bu mektubu Latin alfabesi ile büyük risk pahasına, umudum için yazıyorum. Ümit ederim ki size kadar ulaşır evladım. Her zaman duacınız Marina Akhuba”,

Bu, Abhaz kadının Gürcü gencine 1997 yılı Ocak ayında yazdığı ilk mektuptu. Zarfın üzerinde Latin harfleri ile ve anlaşılamayan-eksik adres belirtilmiş olup, adres olarak – sadece Tbilisi (Tiflis) şehri ve röportaj yaptığım kişinin görev yaptığı o askeri birliğin adı yazıyordu. Bu yüzden de mektup bir yıl 5 ay sonra alıcısına ulaştı. Mektubun alıcısı ise olanları şöyle anlatıyor:

-Yakın arkadaşlar toplandık ve gizlice Apkhazeti savaşına katılmaya gittik. Liseyi o yıl bitirmiştim. Ailelerimize söyleseydik buna izin vermezlerdi, bizi ise savaş tutkusu öldürüyordu ve “gittik”. Birbirimizle yarışıyorduk fakat kısa zamanda hata yaptığımızı anladık. Birkaç gün içinde iki çocukluk arkadaşımızı gözümün önünde öldürdüler ve bu henüz hiçbir şey değildi… Şimdi, 2008 savaşı (Rusya-Gürcistan savaşı) ve 1990’lı yıllardaki savaşları birbiri ile kıyaslıyorlar, diyorlar ki o zaman ordumuz yoktu halk birlikleri vardı, fakat motivasyon daha yüksekti. Öyle değildi, o zamanki savaşa motivasyon bilgisizlikten geliyordu – nereye gittiğimizi bilmiyorduk. Bir köyde kızışmış çatışma varken birkaç kilometre ötede ise başka bir köyde gençler keyif peşinde idiler.

-Ne demek keyif peşinde idiler?

-Şu demek oluyor ki o zaman tek bir amaç için savaşmıyorduk. “Başkalarına uyup” gelmiştik fakat herkesin kendine göre sebebi vardı, - bazılarının kişisel çıkara dayalı, bazılarının çıkarsız-fedakârca, daha sonra ise her şey birbirine karıştı ve kim ne için çarpışıyordu bu artık anlaşılması zor bir hale geldi. Gerçekten vatan sevgisi uğruna savaşanların ne yiyeceği vardı ne giyeceği ve artık ne de mermisi-cephanesi vardı. Başkasından da alamazdın, silah verilenlerden isen bunun için de teşekkür etmeliydin. Günahsız bir kuzu olduğumu söyleyemem, insanın eline silah verir de eğer daha sonra onu kontrol etmeyi başaramazsan kesinlikle bir kötülük yapar; böyle yapmaman için çok yüksek morale sahip olman gerekir… Savaşa gidene kadar hayatım boyunca sadece birkaç defa silah görmüştüm. Taşımayı ve ateş etmeyi ise bilmiyordum. Savaşta ise doğrudan cephenin ön hattına denk geldim ve birliğin komutanı sordu – silahın var mı? –yok- dedim. Yüzünde memnuniyetsizlik ifadesi belirdi. Omuzunda asılı olan “kalaşnikoflardan” bir tanesini çıkardı ve bana attı. Birkaç dakika boyunca nişan almadan ateş ettiğimi hatırlıyorum, daha sonra birisi omzuma elini vurdu. Başımı kaldırdığımda biri gülmekten ölüyordu, - Kendini kaptırmışsın fakat geri çekileceğiz dedi. Kendini kaptırmak değil korku ve savunma içgüdüsü bunu yaptırdı… O gün bana silah taşımayı da nişan almayı da öğrettiler… Savaş taktiği hakkında hiçbir şey anlamıyordum ama Apkhazeti’de olan dehşeti ilkokul birinci sınıf çocuğu bile anlardı. Bir şey için hücuma kalktığımızda eğer birkaç savaşçımız ölürse geri mi çekilirdik diye uzun süre soruyordum… Bu soru biz Apkhazeti savaşı gazilerini bugün de rahatsız ediyor, fakat ne zamana kadar?! Bir keresinde yerel bir Gürcü çaydanlıkla bize sıcak Türk kahvesi getirdi ve tek kullanımlık bardaklarla dağıttı. Aylardır ağzımıza sıcak bir içecek değmemişti ve çok iyi geldi. Bu sırada Abhaz esirlerimiz var, gelin diye haber getirdiler.

Birkaç genç atıldık… Gagra’nın bir köyünün dağında idik fakat adını hatırlamıyorum. Gün öğleni geçmişti. İnanılmaz bir sessizlik vardı. Tamamen boşalmış olan köyde sadece köpek havlamaları duyuluyordu. O köye Abhazlar sadece birkaç kez geçerken uğramışlardı, bizimkiler de dokunmuyorlardı fakat buna rağmen burası terk edilmiş ve ıssızdı… Kısacası kampa vardığımızda sadece bir genç vardı ve fena dövülmüş idi; diğerlerini ise artık “dağıtmışlar”. Bunu ise biz götürecektik ve muhtemelen ölen Gürcülerin cesetleri ile takas edecektik. Genç benim emsalim olmalıydı. Kıyafeti perişandı. Bizim çocukların onu birkaç gün önce getirdiği anlaşılıyor. Korkulu değildi. Bana nefretle bakıyordu… Kampta aniden silah sesleri patlak verdi. Bizim için iyi bir şey olmadığını anladık ve ortalık karıştı. Benden daha tecrübeli olanlar silah seslerinin geldiği yere gittiler bana ise –esirin yanında kalmam ve gözümü üzerinden ayırmamam- yönünde talimat verdiler. Makarov marka tabancamı ayaklarına doğrulttum ve -kaçma şansın yok- dedim. Toprağın üzerine oturdu. Sürekli olarak esirin yere oturmasına izin verme diyorlardı fakat her nedense ona oturma diyemedim. Silah sesleri kesildi. Benden sigara istedi. Nerelisin? - diye sordum. Biçvintalıyım – dedi... Sizinkiler ailemi yok ettiler, 4 yaşındaki kız kardeşimi öldürdüler- dedi… İki tarafın da yaşadığı felaketler hakkında duyduklarım vardı ve onun sözlerini önemsemedim. Ona yüzeysel olarak soyadının ne olduğunu sordum. Bana soyadını söylediğinde ellerimin uyuştuğunu hatırlıyorum: bu gencin, önümde oturan ve yiyecekmiş gibi bakan benim kan düşmanımın benim soyadımı taşıdığı ortaya çıktı… Bu arada çok nadir rastlanan bir soyadımız var. Soyumuzun şeceresini babam ezbere biliyordu ve bize de ezberletti. Ondan öğrendiğime göre bizim soyadımız Kral Tamari dönemine dayanıyor; Tamari bizim atalarımıza beylik vermiş. Çok sonra bazıları Çolokaşvili’nin yanında savaşıyormuş ve o yıllarda kurşuna dizmişler, sonra ise Stalin döneminde yarısından fazlasını sahip olduklarını ellerinden alarak Orta Asya’ya sürdüler. Babam 1950’li yılların sonu gelindiğinde bizim soyadımızdan gelen kişilerden toplam 10 kişi kaldığını ve onların o dönemin patriği tarafından gizlice kutsandığını söylüyordu. Benim esirimin atalarını hangi “akımın” dalgasının Abkhazeti’ye götürdüğünü bilmiyorum. Babam kendi soyadını taşıyanları her yerde arıyordu Apkhazeti’den hiç bahsetmemişti… Böyle şaşkın vaziyette birkaç dakika durdum, sonra ise nasıl olduysa sesimi çıkardım ve –aynı soyadını taşıyoruz- dedim. Solgunlaşmış gencin yüzü daha da soldu. Ancak şöyle bir durum var ki bizim soyadımız –dze ile sonlanıyor…

-Biliyorum o zaman çok kötü bir durum vardı ve savaşçıların askeri kıyafeti bile yoktu. Sizin askeri üniformanız var mıydı ve elbisenizin göğüs kısmında soyadınız yazıyor muydu?

-Hadi canım ne üniforması?! Hem de üzerinde ismimiz yazılı? Apkhazeti’ye siyah bir tişörtle gittim ve yaralanıncaya kadar da üzerimde o vardı… Bu arada bizim çocuklar geldi ve benim esiri cipe yerleştirdiler. Ben de onlarla gittim. Tüm yol boyunca sesimi çıkaramıyordum. Yaralı mısın yoksa? – diye sordular. Hayır, uykusuzum – dedim. Bu genci öyle bir yere götürüyorlardı ki onu sağ bırakmayacaklarını biliyordum… Düşüncelerimin o anda nasıl değiştiğini hissettim, artık kimin düşman kimin dostum olduğunu anlayamıyordum, ben kimdim – orada ne işim vardı ve ne için öldürüyorduk birbirimizi?! Silahların patlamasından sonra gençler birbirleri ile konuşmaya gidiyorlar ve birkaç saat sonra yine kanlı çatışmalar başlıyordu. Tüm bunlar “omabana” isimli savaş oyununa çok benziyordu. Mahallede çocuklar birbirimizle “omabana” oynarken sıradaki saldırının tamamlanmasının ardından karşı tarafa yaptığı olumsuzlukları açıklar, onlar da bize söyler ve sonra yine savaş oyununu sürdürürdük. Fakat orada oyunda kaybetme durumunda iş ağız-burun kırmaya kadar gidiyordu, burada ise –ölüme kadar… Biri aniden –duralım, çocuklar gelecek- dedi. Arabadan indiler ve biraz ötede öyle bir yerde durdular ki durulması tehlikeli idi: birisi bir mermi atsa bizi arabadan havaya uçurabilirdi. Ben arabadan inmedim ve onlar uzaklaştığında yanımdakine –git buradan- dedim. Aklı başına gelene kadar tekmeyi bastım ve arabadan attım. Şaşkınlık içinde dönüp bana baktı ve korku içinde aşağı doğru kaçtı… Peşinden iki kez ateş ettim – bir kez havaya ateş ettim ikinci kez ise elimi açıp avucumun ortasına ateş ettim (röportaj yaptığım kişi merminin parçaladığı ve daha sonra şekilsiz biçimde iyileşmiş uzvunu gösteriyor- yazar)… Bizimkiler birkaç dakika içinde geldiler. Camdan dışarı bakar bakmaz –fırsattan yararlandı ve üzerime geldi- dedim; ayrıca –arkasından bir kez ateş ettim uzağa gidemez- diye de ekledim… Şimdiki savaşta olsa dayak yemiş yaralı adamı nasıl kaçırdın diye beni azarlarlardı ve bu diyecekleri yalan da olmazdı. Fakat o zaman Gürcü ordusu benim gibi gönüllülerle dolu idi… Ancak kısa süre sonra çocuklardan biri –orada dikiliyordum ve elini kaldırıp havaya nasıl ateş ettiğini gördüm, palmiyenin dalı koptu ve benim önüme düştü; o çocuk kaçmıştan çok serbest bırakılmışa benziyor- dedi.

-Anladı mı?

-Evet, fakat oralı olmadı… Savaş bitene kadar o konuda konuşmadık bile. Sonra ise bir keresinde sarhoş oldum ve ona her şeyi anlattım. Bir şey demeden dinledi ve sonra bana sordu,

-Daha sonra temasın olmadı mı?!

-Bu soru benim de aklıma geldi…

-Evet, annesi beni aradı, ancak bana nasıl ve kimin yardımı ile diye anlattırmayın. Sıradan, insani ilişkimiz var.

-Senin soyadını taşıyan Abhazı tanıyana kadar esirlerle diyaloğun oldu mu?

-Evet, birkaç kez. Fakat Rusçayı iyi bilmiyordum, onlar ise Gürcüce biliyordu, orada öldürseydik bizimle yine de konuşamazlardı. Öyle ki günahları itiraf etmek iyidir ve ne zaman bir-iki tanesine vursalar ben de bundan geri durmuyordum… Savaş kural tanımıyor. Onlar da bizimkilere karşı böyle davranıyordu. Orada farklı biri oluyorsun, -bazen güçlüsün, bazen zayıf ve güvensiz, fakat sürekli olarak – köpek gibi korkak oluyorsun ve intiharı da düşünüyorsun. Bu kâbusun bir seferde ve sonsuza kadar bitmesi için. Fakat birinin veya bir şeyin korkusu ile bunu yapamıyorsun… Çocukların önünde kendimi suçlu hissediyordum ve Sokhumi düşene kadar oradan ayağımı çekmedim. 23 Ağustosta ise okul binasını bombaladılar ve oradan doğrudan Tiflis morgunda kendimi buldum. Annem beni ölüler arasında buldu ve mucize eseri kurtardı. Yarı canım gitmiş ve bozuk ruh halimle hayatta kaldım… 

Röportaj yaptığım kişinin yardımıyla, hayatını kurtardığı Abkhaz savaşçı ile bağlantı kurmaya çalıştım fakat çok kolay olmadı, bağlantıya geçtiğim andan itibaren de oranın istihbaratı telefon konuşmasını sıkı şekilde kontrol ediyor. Gürcünün esirlikten kurtardığı Abkhaz ise internet kullanmıyor çünkü Enguri’nin karşı tarafından internet hala lüks.

 

Lali Papaskiri

 

Gürcüceden Çeviren: Erdoğan Şenol (ერეკლე დავითაძე)

 

http://iverioni.com.ge/10039-omis-damthavrebidan-ramdenime-thveshi-mivkhvdi-rom-qarthvelebthan-ar-unda-gveoma.html

Kategorideki Diğer Yazılar